المحتوى المقدم من Mevlana Takvimi. يتم تحميل جميع محتويات البودكاست بما في ذلك الحلقات والرسومات وأوصاف البودكاست وتقديمها مباشرة بواسطة Mevlana Takvimi أو شريك منصة البودكاست الخاص بهم. إذا كنت تعتقد أن شخصًا ما يستخدم عملك المحمي بحقوق الطبع والنشر دون إذنك، فيمكنك اتباع العملية الموضحة هنا https://ar.player.fm/legal.
Player FM - تطبيق بودكاست انتقل إلى وضع عدم الاتصال باستخدام تطبيق Player FM !
Tiffany Yu is the CEO & Founder of Diversability, an award-winning social enterprise to elevate disability pride; the Founder of the Awesome Foundation Disability Chapter, a monthly micro-grant that has awarded $92.5k to 93 disability projects in 11 countries; and the author of The Anti-Ableist Manifesto: Smashing Stereotypes, Forging Change, and Building a Disability-Inclusive World. As a person with visible and invisible disabilities stemming from a car crash, Tiffany has built a career on disability solidarity. Now that she has found success, she works to expand a network of people with disabilities and their allies to decrease stigmas around disability and create opportunities for disabled people in America. Episode Chapters 0:00 Intro 1:26 When do we choose to share our disability stories? 4:12 Jay’s disability story 8:35 Visible and invisible disabilities 13:10 What does an ally to the disability community look like? 16:34 NoBodyIsDisposable and 14(c) 21:26 How does Tiffany’s investment banking background shape her advocacy? 27:47 Goodbye and outro For video episodes, watch on www.youtube.com/@therudermanfamilyfoundation Stay in touch: X: @JayRuderman | @RudermanFdn LinkedIn: Jay Ruderman | Ruderman Family Foundation Instagram: All About Change Podcast | Ruderman Family Foundation To learn more about the podcast, visit https://allaboutchangepodcast.com/…
المحتوى المقدم من Mevlana Takvimi. يتم تحميل جميع محتويات البودكاست بما في ذلك الحلقات والرسومات وأوصاف البودكاست وتقديمها مباشرة بواسطة Mevlana Takvimi أو شريك منصة البودكاست الخاص بهم. إذا كنت تعتقد أن شخصًا ما يستخدم عملك المحمي بحقوق الطبع والنشر دون إذنك، فيمكنك اتباع العملية الموضحة هنا https://ar.player.fm/legal.
المحتوى المقدم من Mevlana Takvimi. يتم تحميل جميع محتويات البودكاست بما في ذلك الحلقات والرسومات وأوصاف البودكاست وتقديمها مباشرة بواسطة Mevlana Takvimi أو شريك منصة البودكاست الخاص بهم. إذا كنت تعتقد أن شخصًا ما يستخدم عملك المحمي بحقوق الطبع والنشر دون إذنك، فيمكنك اتباع العملية الموضحة هنا https://ar.player.fm/legal.
Nerede Râbbini bilen? Nerede günâhın-dan korkan? Nerede Allâh (c.c.)’a yakınlığı ile sevinen?! Nerede O’nun zikriyle meşgûl olan? O’na uzak kalmaktan korkup ürperen nerede? Mağfûr, bağışlanmış olan, işte bu-dur!Ey mağrur, aldanmış kul, örtüleri yırttığını Celil olan Allâh görmedi mi zannediyorsun? Ey kardeşim! Bil ki, günâhlar gafleti, gaflet, kalp kasvetini, kasvet Allâh (c.c.)’dan uzak-laşmayı, Allâh (c.c.)’dan uzaklaşma, cehen-nem âteşini mîrâs bırakır. Ancak bunu diriler tefekkür eder. Ölülere gelince; onlar kendile-rini dünyâ sevgisiyle öldürmüşlerdir. Bil ki, gündüzün ışığı âmâya nasıl fay-da vermiyorsa; bunun gibi, ilmin nûru ile de ancak takvâ ehli aydınlanabilir. Ölüye ilâcın fayda vermediği gibi, edep de iddiâcıya fay-da vermez. Sağanak halindeki yağmur ka-yada ekin bitirmediği gibi, hikmet de dünyâyı sevenin kalbinde yeşermez. Kim hevâsıyla samimi, senli benli olursa edebi azalır. İlmi-nin gösterdiklerine muhâlefet edenin cehâ-leti artar. İlâcı kendine fayda etmeyen, baş-kasını nasıl tedâvî edebilir?Bil ki, insanların bedenen en râhatı, dün-yâ hakkında zühd ehli olanlardır. Kalben insanların en yorgunu ve meşgûliyeti çok olanı da, dünyâya ihtimâm gösterenlerdir. Emeli kısaltmak, zühde en çok yardıma olan ahlâktır. Mârifet ehlinin Allâh (c.c.)’a en ya-kın hâlleri, kıyâmda Allâh (c.c.)’u zikretmele-ridir. Allâh (c.c.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allâh sizin üzerinizde rakiptir.” (Nisâ s. 1) (Haris el-Muhasibî, Ahlâk ve Arınma)…
Mirac mucizesi, Peygamber (s.a.v.)’e has ilâhi bir iltifâttır. Allâhü Teâlâ tarafından peygamber olarak seçtiği zevâta bahşettiği, bilim ve tabiat üstü ilâhi bir kudrettir. Kur’an-ı Kerim, Mirac olayına şehâdet ettiği gibi Peygamber (s.a.v.)’in Miracları tevatürle sabittir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mirac mucizesi, onun yüce bir peygamber olduğuna yeterli bir delildir. Mirac olayı Peygamber (s.a.v.)’in peygamber oluşunun on üçüncü yılı, Recep ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşmiştir. Bu gece Cebrail (a.s.)’ın yanına gelerek Burak adlı bineğe bindirip Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’deki Mescid-i Aksa’ya götürmüştür. Oradan da birinci kat gökten yedinci kata kadar yükselmişlerdir. Buralarda büyük peygamberlerle tanışmışlar, Allâh (c.c.)’un sonsuz sırlara ve tecellisine mazhar olmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.v.), Sidretül Müntehâ denilen yere yalnız varmıştır. Yüce Allâh ile zamansız ve mekânsız, sessiz ve sözsüz olarak görüşmüş ve konuşmuşlardır. Bu mübarek gecede beş vakit namaz farz olmuştur. Hiçbir mahlukun kavuşamadığı nimetlere kavuşup tekrar geriye dönmüştür. Onun bu gidişi, kısa bir zaman içerisinde katettiği mesafe, O (s.a.v.)’in büyük mucizelerinden biridir. Dönüşte bu akıllara durgunluk veren olayı müslümanlara anlatmıştır. Bütün müslümanlar onu tasdik ettikleri halde, her zaman olduğu gibi müşrikler bu fırsatı ganimet bilip bu mucizeyi inkar edip, müslümanlar aleyhinde olmalarına devam etmişlerdir. Fakat müşriklerin sorularına Resûlullâh (s.a.v.) cevâplar verince, müslümanlar sevinmişler, kafirler ise düşmanlıklarını arttırmışlardır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu gece yaptığı seyahat, beden ve ruhla gerçekleşmiştir. O (s.a.v.), bu gecede zaman ve mekân dışına, göklere çıkmıştır. Dönüşünde yatağının sıcaklığı bile henüz kaybolmamıştır. İşte bu kısa zaman içerisinde böylesi uzun bir yolculuk, onun mucizelerinden biridir. (Mehmet Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, s.143-144)…
Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Her şeyin iyi ve kötü olmak üzere iki yönü vardır. Kullanma yerine göre aynı şey iyi ve kötü olabilir. Nefretin yansıması olarak Allâhü Teâlâ öfkeyi yaratmıştır. Dolayısıyla onun işlevi kılıca benzemektedir. Kılıç, mümin veya kâfir, kime karşı kullanılırsa kullanılsın, kendi işlevini yerine getirir. Ancak mümine karşı kılıç çekmek günâh iken kâfire karşı kullanmak sevaptır.” Kısacası, öfkenin varlığı kötü değildir. Kullanan kişinin yanlış yerde kullanması kötüdür. Öfkemizi Allâh (c.c.)’un düşmanına karşı kullanmaya gayret göstermemiz gerekir. İmam Gazâlî (r.âleyh), öfkenin; din, şeriat ve akılla terbiye edilmesi gerektiğini söyler. Meşru yerlerde öfkelenmek, bunun dışında ise öfkeyi bastırmak gerekir. Şemsü’l-hak el-Afgânî (r.âleyh) şöyle der: “İslam dini; imân, can, mal, vatan ve namus uğruna öfkelenmeyi meşru kâbul etmektedir. Hatta bunlar uğruna öfkelenmemek insaniyete de aykırıdır. Düşmanın; dinimize, namusumuza, vatan ve topraklarımıza el uzattığı zamanlarda öfkelenmemek insanlık dışı bir tutumdur. Son dönemde dinî hükümlere karşı dil uzatanların sayıları artmaya başladı. Böyle durumlarda her bir müminin öfkelenmesi gerekir. İmkânı varsa eliyle bunu engellemek, yoksa diliyle buna karşı çıkmak müslümanın görevidir. Buna da güç yetmiyorsa en azından bu eylemlerden nefret etmesi gerekir. Bu sıralama hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Buna göre dinî hükümlerin alaya alındığı meclisleri hemen terk edip buna karşı olduğunu belirtmek gerekir. Öfkelenmenin meşru olduğu bir diğer alan ise insanın kendi nefsidir.” Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) şöyle derdi: “Allâh (c.c.)’un düşmanı olan kâfirlere karşı öfkelenme fırsatı eline geçmiyorsa, öfkeni kendi nefsine karşı kullan. Çünkü nefis en büyük düşmanındır.” (Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu’l Ahlâk, s.89)…
Tehlikeli projelerden biri devrede. Bu proje, Sünnî dünya ile Şiî’leri karşı karşıya getirmek! Yani Türkiye ile İran’ı kapıştırmak! Neden Türkiye? Çünkü bin yıldır Ehl-i Sünnet Omurga’nın kurucusu ve koruyucusu biziz. Ama bir sorun var: Türkiye tarihî olarak Sünniliğin temsilcisi ama resmen müslüman değil, laik bir devlet. Oysa İran, laik bir devlet değil. Şia’nın devleti var ama Ehl-i Sünnet’in temsilcisi konumunda olacak bir devleti yok. Buradaki tezgâha dikkatinizi özellikle çekmek isterim. İki asırdır Türkiye de modernleşiyor İran da. İran modernleşmesi ile Türk modernleşmesi arasında çok önemli bir fark var. İran’ı modernleştirdiler ama Şii İslâmi eğitim sistemine ve alfabesine dokunmadılar. Türkiye’de bir modernleşme sürecine girdirildi ama bu ülkede hem alfabe yok edildi hem de İslâmî Sünnî eğitim modelinden iz bile bırakılmadı! İran’da sözümona İslâmî bir devrim yapılmasına izin verildi ve İran’ın, bütün İslâm dünyasını istila etmesinin önü açıldı. Türkiye’yi laikleşme sürecine sürükleyerek İslâmî köklerinden ve medeniyet iddialarından uzaklaştırdılar; böylelikle önlerindeki en büyük, bin yıllık engeli ortadan kaldırmış oldular. İkinci olarak da, Sünnî dünyada değil, Şii İran’da sözümona bir İslâm devleti kurdurdular, önünü açtılar, Irak’tan Yemen’e kadar İslâm dünyasını adım adım işgal ettiriyorlar! Her yeri işgal ettirdiler, nükleer teknolojiyi, kontrollü de olsa, ürettirdiler ve Türkiye’ye musallat etmek için çırpınıyorlar! Bunun tek yolu var. Türkiye’nin prangalarından kurtulması ve dünyanın şiddetle ihtiyaç hissettiği medeniyet iddialarına yeniden sahip çıkması. Türkiye, hem İran’ın Türkiye’yi kuşatmasına izin vermeyecek hem de Türkiye ya medeniyet iddialarını kuşanarak yeni bir tarihî yürüyüşü başlatacak ya da prangaları tarafından boğulacak, tarihten kovulacak. Allâh muhafaza. (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 2024)…
Osmanlı Beyliği’nin süratle büyük bir kuvvet hâline gelmesinde millî ve tarihî şuûrun büyük bir rolü olmuştu. Gerçekten Osmanlılar kendi tarihlerini Büyük Selçuklu ve Karahanlı zinciri ile Oğuz Hân’a bağlamak suretiyle, Türk devletleri arasında ilk defa olarak millî tarih şuûruna erişme şerefini kazanmışlardı. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünya nizâmı ideali, bu millî şuûr ve uyanış yanında, manevî kudretin başlıca kaynağını şüphesiz İslâm mefkûresi ve cihâd ruhundan alıyordu. Filhakika, Osmanlı devletinin kuruluşu ve cihâd ruhunun yükselişinde tasavvufun büyük bir kudret kaynağı haline gelmişti. Osman Gazi ve haleflerinin etrafı din adamları ve evliya ile dolmuş; daha ilk günde Osmanlı akınları gaza mahiyetini almış ve bir Gaziler Devleti kurulmuştu. Böylece Türkistan’da başlayan, Selçuklular, Dânişmendliler devrinde gelişen ve genişleyen gazilik ananeleri, daha derin bir imân ve hayatiyetle canlanmıştı. Türkmenlerin mücadele gücüne İslâm mefkûresi ekleniyor; müslüman gazileri ile Türklerin alpleri ve alperenleri birleşiyor ve bu ikinci zümre de tamamiyle dini bir hüviyet kazanıyordu. Osmanlılar ve gaza yapan Türkmenler, artık her tarafta âlimlere medrese, şeyhlere zâviye ve imâret inşa ediyor; ilim ve tasavvuf tam bir imtizaç haline gelmiş bulunuyordu. Bu sebepledir ki ilk devir Osmanlı sultan ve beyleri hep gazi sıfatı ile anılıyordu. Böylece artık Osmanlı sultanları gazi ve orduları da gaziler oluyor ve hiçbir devirde dinî ve askerî kuvvet arasında bu derece bir kaynaşma ve birleşme vuku bulmuyordu. (Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi, s.253-260)…
Süheyb b. Sinan (r.a.) şöyle anlatıyor. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. Orası iki taşlık arasında çorak bir arâzidir. Bu durumda ya Hacer’dir ya da Yesrîb (Medîne)’dir.” buyurdular. (Buhari) Sonra da berâberinde Hz. Ebûbekir (r.a.) olduğu hâlde Medîne’ye hicret ettiler. Ben de onlarla birlikte gitmek istemiştim. Fakat Kureyş gençleri buna mâni oldular. Ben o gece hiç oturmaksızın ayakta dolaştım durdum. Gençler: “Karnı ağrıyordur.” diyorlar ve beni ishâl olmuş zannediyorlardı. Hâlbuki benim hiçbir şeyim yoktu. Onların uyumalarını bekledim ve sonra yola çıktım. Fakat biraz sonra arkamdan yetiştiler. Beni yolumdan alıkoymak istiyorlardı. Onlara: “Benim çok param vardır; onları size verirsem yolumdan çekilir hicret etmeme izin verir misiniz?” dedim. Onlar da râzı oldular. Böylece hep birlikte Mekke’ye geri döndük. Onlara evimin eşiğinin altını kazmalarını söyledim. Kazdılar, oradan çıkan paraları verdim ve sonra: “Falan kadına gidiniz? Onda iki tane elbisem vardır; onları da alınız!” dedim. Sonra yola düştüm: daha Medîne’ye girmeden Kubâ’da Hz. Peygamber (s.a.v.)’le Ebûbekir (r.a.)’e yetiştim. Hz. Peygamber (s.a.v.) beni görünce “Yâ Ebâ Yahyâ! Kârlı bir alışveriş yaptın!” buyurdular. (M. Yûsuf Kandehlevî (r.h.), Hayatü’s Sahâbe, c.1, s.347) “Bu feyizli ve bereketli günün (hicri yılbaşının), her müslümân tarafından kutlanması ve müslümân kardeşler arasında tebrîkleşilmesi dînî bir borçtur. Bu hicretle doğan İslâm devleti otuz yıl gibi çok kısa bir zamanda, Endülüs’ten Çin’e kadar, cihânın en kıymetli mıntıkasında, insanları dîn ve vicdan hürriyetine, sulha ve sükûna (barış ve huzura) kavuşturmuştur.” (Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.)) Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: “Ay doğdu üzerimize, Veda tepelerinden / Şükür gerekti bizlere, Allâh’a davetinden Sen güneşsin sen kamersin, Sen nur üstüne nursun / Sen süreyya ışığısın, Ey sevgili hoşgeldin” diye şiirler okuyorlardı. (Semhudî, Vefaü’l-Vefa, c.1, s.187; Halebi, İnsanü’l-Uyun, c.2, s.58)…
Aşağıdaki duâ, üç defa okunmalıdır: Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm Ve sallâllâhu ‘alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihî ve sellem. Allâhümme ente’l-ebediyyü’l-kadîmü’l-evvelü ve ‘alâ fazlike’l-’azîmi ve cûdike’l-’amîmi’l-mu’avveli ve hâzâ ‘âmun cedîdün kad akbele nes’elüke’l-’ısmete fîhi mine’ş-şeytâni ve evliyâihi ve cünûdihi ve’l-’avne ‘alâ hâzihi’n-nefsi’l-emmâreti bi’s-sûi ve’l-iştiğâli bi-mâ yukarribunî ileyke zülfâ yâ zê’l-celâli ve’l-ikrâmi ve sallâ’llâhu ‘alâ Muhammedini’n-Nebiyyi’l-ümmiyyi ve ‘alâ Âlihî ve Ashâbihi’t- tayyibîne’t- tâhirîne ve’l-hamdü li’llâhi Rabbi’l-’âlemîn. 365 defa Âyetü’l-Kürsî , 1000 defa İhlâs-ı Şerîf , 1 defa Zümer Sûresi okunmalıdır. Bütün bunların sonunda 1 defa: Allâhümme yâ muhavvile’l-havli ve’l-ahvâli havvil hâlenâ ilâ ahseni’l-hâl denilmelidir. MUHARREM AYININ İLK ON GÜNÜ HER GÜN OKUNACAK DUÂ Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm “El-hamdü li’llâhi Rabbi’l-’âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve ‘alâ Âlihi ve Sahbihî ecma’îne. Allâhümme ente’l- ebediyyü’l- kadîmü’l-hayyü’l- kerîmü’l- hannânü’l- mennânü ve hâzihî senetün cedîdetün es’elüke fîhâ’l-’ısmete mine’ş-şeytâni’r-racîmi. Ve’l-’avne ‘alâ hâzihi’n-nefsi’l-emmâreti bi’s-sûi ve’l-iştiğâli bimâ yukarribunî ileyke yâ zê’l-celâli ve’l-ikrâmi bi-rahmetike yâ erhame’r-râhimîne. Ve sallâ’llâhu ve selleme ‘alâ Seyyidinâ ve Nebîyyinâ Muhammedin ve ‘alâ Âlihi ve Sahbihî ve Ehl-i Beytihi ecma’îne.” Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri’nden: “Her kim, ilk on günü sabahleyin bu duâyı üç kerre okursa, Allâhü Zü’l-Celâl Hazretlerinin o kimseyi tâ gelecek senenin Muharremine kadar bütün belâlardan emin ve muhâfaza buyuracağı” rivâyet olunmuştur. (Müslim) Şeyh Şihâbuddîn-i Sühreverdî (k.s.)’dan nakledilmiştir ki: “Her kim, bu duâyı, Aşûre günü üç kerre okursa, ölümden de emîn kılınır. Elbette o sene ölümü takdîr olunan kimseye bu duâyı bu vechile okumak nasîb olmaz.” (Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.19-21)…
İbn-i Abbâs (r.a)’in bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Zilhicce’nin sonuncu günü ile Muharrem’in birinci günü oruç tutan, geçmiş yılı oruçla bitirip, yeni yıla oruçla başlamış olur. Allâhü Teâlâ o orucu onun elli yıllık günâhına keffâret eder” buyurulmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.): “Ramazan orucundan sonra en fazîletli oruç, Allâh’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçtur.” (Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c.1, s.266) “Allâh (c.c.)’un, Aşûre günü orucunu ondan önceki yılın günâhlarına keffaret kılacağını umarım” buyurdu. (Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, c.2, s.530) Hz. Ali (r.a.) der ki: “Peygamber (s.a.v.)’e bir adam gelip: “Yâ Resûlullâh! Ramazan ayından sonra hangi ay oruç tutmamı bana emredersin?” diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.) ona: “Ramazan ayından sonra oruç tutacaksan, Muharrem ayını tut! Çünkü o, Allâh (c.c.)’un ayıdır. O ayda öyle bir gün vardır ki, Allâh (c.c.) o günde bir kavmin tevbelerini kabul etmiştir ve o günde başka bir kavmin de tevbelerini kabul edecektir!” buyurdu. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Muharrem ayında bir gün oruç tutana, bu gününe karşılık otuz gün oruç sevâbı yazılır.” (Gunye) (Abdulkâdir Geylânî (k.s.), Gunyetü’t-Tâlibîn, s.352-356) HİCRÎ SENENİN SON GECESİ OKUNACAK DUÂ Bi-smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm Ve sallallâhü ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve sellem. Allâhümme mâ ‘amiltü fi hâzihi’s-seneti mimmâ neheytenî anhü felem etüb minhü velem terdâhü ve nesîtühü velem tensehü ve hâlimte aleyye fîhi ba’de cür’etî ‘alâ ma’sıyetike feinnî estâğfiruke fağfirlî mâ ‘amiltü fîhâ mimmâ terdâhü ve ve’adtenî aleyhi’s-sevâbe fe-es’elüke. Allâhümme yâ kerîmü yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm. En-tetekabbelehû minnî velâ tâkta’ racâî minke yâ kerîm. Ve sallallâhü ‘alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve sellem. (Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.91)…
Abdullah ibn Mes’ud, İslam’a ilk giren altıncı kişidir. Bu sebeple de sahabilerin öncülerindendi. Önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret etmiştir. Bedir savaşından itibaren bütün gazalara katılmıştır. Kur’an hıfzı ve kıraati hususunda maharetliydi. Abdullah ibn Mes’ud (r.a)’dan rivayet edilmiştir: “İmân edip de salih amel işleyenler, bundan böyle sakındıkları ve imânlarında sebat ettikleri müddetçe (daha önceden) yedikleri şeyler hususunda kendilerine bir günâh yoktur” (Mâide s. 93) ayeti indiği zaman, Resûlullâh (s.a.v), bana: “Senin bu kimselerden olduğun söylendi” buyurdu.” Ebu Musa (r.a)’den rivayet edilmiştir: “Ben ve kardeşim, Yemen’den Medine’ye geldik. O sırada Peygamber (s.a.v)’in yanına sıkça girip çıkması ve onun yanında sürekli kalması nedeniyle Abdullah ibn Mes’ud’u ve annesini, Resûlullâh (s.a.v)’in ev halkından olduğunu zannederdik.” Ebu’l-Ahves (r.a.)’den rivayet edilmiştir: “Abdullah ibn Mes’ud (r.a.) vefat ettiği zaman, Ebu Musa el-Eş’arî ile Ebu Mes’ud’un yanında bulundum. Biri, diğerine: “Abdullah ibn Mes’ud’un kendinden sonra bir benzerini geride bıraktığını zannediyor musun?” diye sordu. O da: “Sen böyle söyledin. Doğrusu bize perde çekildiği zaman ona Resûlullâh (s.a.v.)’in huzuruna girmesi için izin veriliyordu. Biz ortada bulunmadığımız zaman da o hazır bulunuyordu” dedi.” (İmâm Müslim, Hz. Peygamber (s.a.v.) Sahabeleri Anlatıyor, s.70) DÖVME YAPMAK DİNİMİZDE HARAMDIR Ebu Cuhayfe (r.a.): Nebi (s.a.v.), faiz yiyene, faiz yedirene, dövme yapana, dövme yaptırana ve resim yapana lanet etti!” (Buhari) Ebu Reyhane (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.v.)’in diş törpülemeyi ve dövmeyi yasakladığını duyduk (Nesai)…
Osmanlı devrinde yetişen büyük veli ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. Bursa’da Molla Fenârî’den ilim öğrenip icâzet aldı. Bursa’da çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Molla Fenârî’nin vefâtından sonra, başmüderris ve Bursa kâdısı oldu. Sultan 2. Murâd Han, bu kıymetli ilim adamını çok severdi. Ona sık sık ihsân ve iltifâtlarda bulunur, nasîhatlerini dinlerdi. Hattâ Molla Fenârî’den sonra onu Osmanlı Şeyhülislâmlığına tâyin ettiği söylenir. Buna göre Molla Yegân Osmanlı Devletinin üçüncü şeyhülislâmı olmaktadır. Molla Yegân’la Sultan 2. Murâd arasındaki yakınlığa en güzel örnek Molla Gürânî’nin Bursa’ya getirilmesi hâdisesidir. Bu hâdise şöyle olmuştu: Molla Yegân hacca gittiğinde o mübarek topraklarda, Molla Gürânî ile tanıştı. Ondaki eşsiz ilmi, dînindeki olgunluğu ve güzel ahlâkını gören Molla Yegân, böyle bir âlimin ancak Osmanlı mülkünde kıymet bulacağını ifâde edip, Molla Gürânî’yi Bursa’ya davet etti. Berâberce Bursa’ya geldiler. Molla Yegân, Sultan Murâd Hanın huzûruna varınca, Sultan; “Onca yer gezip, gördün, bize ne hediye getirdin?” diye suâl etti. Molla Yegân da; “Tefsîr ve hadîs ilimlerinde yetişmiş bir âlim getirdim.” cevâbını verdi. Molla Gürânî’yi getirip, Pâdişâh’a takdim etti. Pâdişâh da onun ilmini takdîr edip, Hüdâvendigâr Gâzî Medresesi müderrisliğine tâyin etti. Sonra Manisa’da bulunan Şehzâde Mehmed’e (Fâtih’e) hoca tâyin edildi. Herkesin sevgisine mazhâr olan Molla Yegân, keskin zekâlı ve yumuşak huylu bir zât-ı muhteremdi. Ömrünü, ilim öğrenmek ve öğretmekle, Allâhü Teâlâ’ya ibâdet etmekle geçiren Molla Yegân, pekçok talebe yetiştirdi. 1453 (H.857) târihinde Bursa’da vefât etti. Allâh (c.c.) şefaatlerine nail etsin hepimizi. (Evliyalar Ansiklopedisi, s.2008)…
İstiâzeden maksat, şeytanın vesvesesinin şerrinden sakınmaktır. Vesvesenin ise, insanın kalbinde saklı bir takım harfler (manalar) olduğu ve hiç bir kimsenin onları bilemeyeceği malumdur. Sanki kul, istiâze ile şöyle demektedir: “Ey duyulabilen her şeyi duyma ve her gizli-kapalı şeyi bilme vasfına sahib Zat (Allâhü Teâlâ)! Sen, şeytanın vesvesesini duyuyor ve onun bu vesvesedeki gayesini biliyorsun ve sen o vesveseyi benden gidermeye kadirsin. Bundan dolayı lütfunla onu benden defet.” Bu sebeble Cenâb-ı Allâh’ın diğer isimleri içinde, burada Semî’ (işiten) ve Alim (bilen) isimleri zikredilmiştir. Burada, bu isimlerin zikredilmesi, Kur’ân lafzına uyarak gerekmiştir. Kur’ân’daki lâfız da şu ayettir: “Eğer şeytandan bir fit (gelip) seni dürterse hemen Allâh’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitici, tam bilicidir.” (A’râf s. 200) Cenâb-ı Hâkk, Secde suresinde de şöyle buyurmuştur: “O, hakkıyla işitici, tam bilicidir.” İstiâze, ancak ilim, hâl ve amel ile tamamlanır. İlim, kulun, dinî ve dünyevî menfaatleri elde etmekten ve dinî dünyevî zararların tamamını gidermekten aciz olduğunu; Cenâb-ı Hâkk’ın ise, dinî ve dünyevî faydaları yaratmaya ve zararları, ondan başka hiçbir kimsenin def edemeyeceği biçimde, uzaklaştırmaya kadir olduğunu bilmesidir. Bu bilgi kişinin kalbinde meydana gelince, kalbte, bu bilgiden dolayı bir hâl doğar ki bu hâl, insanın benliğini kırması ve mütevazi olmasıdır. Bu, “Allâh’a tazarrû ve huzû” (Allâh’a yakarmak ve emirleriyle yasaklarına boyun eğmek) şeklinde ifâde edilir. Sonra bu durumun kişinin kalbinde meydana gelmesi, kalbte ikinci bir sıfatın, lisanda yeni bir vasfın meydana gelmesine sebeb olur. Lisanda meydana gelen bu sıfat, kulun bizzat diliyle Allâhü Teâlâ’dan istemesidir. Bu istiâzenin ta kendisidir. İstiâze de kulun “Euzü billâh” sözüdür. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, c.1, s.89-90)…
1971 yılında İstanbul’da, MTTB Genel Başkanı Ömer Öztürk tarafindan kurulan vakfımız; milletimizin tereddütsüz güveni, yarım asırlık tecrübesiyle; eğitim, yurt, burs ve yayıncılık alanlarında hizmet vermektedir. Muhterem Ömer Öztürk’ün, bütün masraflarını karşılamaya devam ettiği Fatih Gençlik Vakfı’nda, üniversite öğrencilerine 1971 senesinden itibaren burs verilmeye başlanmıştır. O günden bu yana bursiyer sayısı artırılarak kesintisiz bir şekilde hâlen devam eden bu hizmetten şimdiye kadar binlerce üniversite öğrencisi yararlanmıştır. Vakfımızda öğrencilere verilen burs, yemek ve yurtlarımızda verilen barınma hizmetlerinin yanında milli şuurlu bir gençlik yetiştirmek gayesiyle çeşitli sosyal ve kültürel faaliyetler yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere, Ehli Sünnet itikâdı üzere ilmihâl bilgileri ve belli seviyede İslâmî ilimler, her yıl 8 aylık müfredat dahilinde öğrencilerimize sunulmaktadır. Herbiri alanında uzman hoca ve akademisyenler tarafından gerçekleştirilen haftalık konferanslar ve diğer etkinliklerle en değerli cevherlerimiz olan gençlerimiz, milli ve manevî değerlerle donatılarak yarınlara hazırlanmaktadır. Muhterem Ömer Öztürk’ün açtığı ve yaklaşık yarım asırdır devam ettirdiği çığırla öğrencilerimiz hemen her sene umreye, hatta hacca götürülerek genç yaşta unutulmaz bir tecrübe yaşamalarına ve hayatlarında yeni bir sayfa açmalarına vesile olunmuştur. Şimdiye kadar yüzlerce öğrencimiz bu güzellikten istifade etmiştir. Yine Fatih Gençlik Vakfı çatısı altında, Misvâk Neşriyat bünyesinde Ehl-i Sünnet akâidinin güçlenmesi ve Sünnet-i Seniyye’nin ihyâsına yönelik eserler neşredilmektedir. Özellikle İmâm-ı Azam Ebu Hanife (r.a.)’in yolunun anlaşılmasına yönelik kapsamlı eserler basılmıştır. Hadislerle Hanefi Fıkhı isimli 22 ciltlik eser bunların başında gelmektedir. Fatih Gençlik Vakfı ilk günden bu yana sapmayan çizgisi; tutarlı, şeffaf, ifrat ve tefritten uzak hizmet anlayışıyla, her zaman hayra anahtar, şerre kilit olmuş bir misyonun adıdır. ( www.fgv.org.tr; www.mttb.com.tr )…
Abdestin farzı dörttür: 1. Yüzünü yıkamak, 2. Kollarını dirsekleriyle bile (berâber) yıkamak, 3. Başının dört bölükte bir bölüğüne mesh etmek, 4. Ayaklarını topuklarıyla bile yıkamak. Abdestin farz olduğuna delil; “Ey imân edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzünüzü, dirsekleriyle berâber ellerinizi yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı topuklarıyla berâber yıkayın” (Maide s. 6) ayet-i kerimesidir. Abdest ise dört nevidir: Biri farz, biri vacip, biri sünnet, biri mendup. Farz olan: Dörttür; Mushaf-ı Şerif’e dokunma, beş vakit namaz kılmak, cenaze namazı kılmak ve tilavet secdesi etmek için abdest almak. Tilavet (okuma) secdesi, Kur’an’daki secde ayetleri okunduktan sonra yapılması vacip olan secdeye denir. Vacip olan: Tavaf-ı ziyaret etmek için abdest almak. Sünnet olan: Ezberden Kur’an okumak için ve mezaristanı ziyaret etmek için ve gusülden evvel abdest almak. Mendup olan: Uykuya yatarken ve uykudan kalkarken, yalan ve gıybet söylenildiğinde, çalgı dinlendiğinde, bu şeylere tevbe ve istiğfar edip abdest almak, ulema meclisine giderken abdest ile gitmek, abdest üzerine abdest almak. Abdestin vücubunun şartları ise dokuzdur: 1. Müslüman ola, 2. Baliğ (ergin) ola, 3. Akıllı ola, 4. Abdestsiz ola, 5. Abdest suyu pak ola, 6. Abdest almaya kudreti ola, 7. Hayız olmaya, 8. Nifas üzere olmaya, 9. Her namazın vakti olan. (Mızraklı İlmihal, s.8)…
Hz. Ömer (r.a.)’in halifeliği döneminde büyük bir kıtlık meydana gelmişti. Hz. Ömer (r.a.) insanların yaşadığı sıkıntı ortadan kalkıncaya kadar et ve yağ yememeye yemin etti. Yaptığı şu sözü ile adaletli bir kanun koyduğunu insanlara duyurdu: “İnsanlara dokunan sıkıntı bana da dokunmazsa, ben halkımın işleri ile nasıl ilgilenmiş olurum?” Sahabeden Yezid bin Eslem (r.a.) şöyle diyor: “Kıtlık yılında Allâh (c.c.) müslümanların sıkıntısını gidermeseydi, biz Ömer’in müslümanların durumuna olan üzüntüsünden dolayı öleceğini sanıyorduk.” Hz. Ömer (r.a.) Şam, Filistin, Irak ve Mısır’daki valilerine mektup yazarak onlardan yardım istemişti. Halifenin mektupları gayet kısa, fakat etkisi derin mektuplardı. Mektuplarda aynen şöyle deniyordu: “Allâh’ın selâmı üzerine olsun! Selâmdan sonra derim ki: Sizler ve berâberinizdekiler yaşıyorken, beni ve berâberimde olanları helâk olmuş olarak görmek ister misin? Mümkün olduğu halde Hz. Ömer bir takım emirler verme cihetine gitmedi. Onun yaptığı sevinçte ve kederde yardımlaşmanın zorunluluğunu ortaya koyup başka yerlerde yaşayanlarla Medine’de yaşayanlar arasında bir karşılaştırma yapmaktan ibaretti. İyiliği de kötülüğü de paylaşmak, adaletin tâ kendisidir. Bir kısım insanlar açlık içerisindeyken diğerlerinin tok yaşaması İslâm’da olmayan bir şeydir.” Hz. Ömer (r.a.)’in yardım mektuplarına her taraftan cömertlik ve kerem yüklü ihsanlar gelmeye başladı. Hz. Ömer (r.a.) bir yardımlaşma kanunu koymuştu ve şöyle diyordu: “Şayet insanların geçimini sağlayacak bir şey bulamazsam, imkânları yerinde olan her eve; evdeki insan sayısı kadar kimseyi yanlarına alarak bir kişinin yiyeceğini iki kişi yemek suretiyle gıdalarını paylaşmalarını emrederdim. İnsanlar bir karın doyuracak şeyi bölerek yarısını bir başkası ile paylaşmakla ölmezler.” (Muhammed Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.60-62)…
Hz. Ümmü Amâra (r.anhâ) İslam’ın ilk yıllarında müslüman olan ve Akâbe Biati’ne katılanlardır. Uhud, Hudeybiye, Hayber, Ümret’ül Kaza, Huneyn ve Yemame savaşlarına katılmıştır. Uhud Savaşında bazen savaşıyor bazende yaralılara yardım ediyordu. Kendisi de on iki yerinden yaralanmıştı. Onlardan biri çok derindi. Hz. Ümmü Amâra (r.anhâ) kendisi anlatıyor. “Düşmanlar atlı, biz ise yaya idik. Onlar da bizim gibi yaya olsaydılar, o zaman gerçek savaş neymiş görürlerdi. At üzerinde biri gelip bana saldırsa onun darbesini kalkanla engelliyordum. O benden başka tarafa dönünce atının ayağına saldırıyordum. Ayağı kesilince atla birlikte üzerindeki adam da düşüyordu. Resûlullâh (s.a.v.) de oğluma seslenerek bana yardım için gönderiyordu. İkimiz birlikte onun işini bitiriyorduk.” Resûlullâh (s.a.v.) ona ve ailesine duâ buyurdu ve övdü. Kafirler galip gelmeye insanlar dağılmaya başladığı zaman İbn-i Kamiyye “Nebi (s.a.v.) nerede, bana biri söylesin nerede, eğer bugün o kurtulursa bana hiçbir kurtuluş yoktur.” dedi. Musab İbn-i Umeyr (r.a.) ve birkaç kişi onun karşısında çıktı. Ben de onlardan biriydim. O benim omuzuma hamle yaptı. Ben de ona birkaç defa hamle yaptım. Fakat o iki zırh giymişti. Bundan dolayı hamleyi engelliyordu. Bu sırada aldığım yara o kadar şiddetliydi ki, bir sene tedavi ettirdim. Fakat iyi olmadı.” Bu esnada Resûlullâh (s.a.v.) Hamrâ-ül Esed savaşını ilan etti. Ümmü Amâra (r.anhâ) da yarası iyileşmediğinden savaşa katılamadı. Resûlullâh (s.a.v.) Hamrâ-ül-Esed’den dönünce, ilk önce Ümmü Amâra (r.anhâ)’nın halini sordu. Yarasının iyileşmekte olduğunu öğrenince çok sevindi. Son katıldığı Yemame savaşında ise bir eli kesildi ve vücudu on bir yerinden yaralandı. (Zekeriya Kandehlevi, Fezaili Amal, s.125-126)…
Kur’an okumanın en fazîletlisi, tertîl üzere yani tane tane, ağır ağır okuyarak ve manalarını düşünerek yapılandır. Çünkü bu okuyuşta emredilen ve teşvik edilen okuyuş şekli mevcuttur. Ayrıca onda okuduğunu düşünme ve anlama imkânı bulunmaktadır. Hz. Ali (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Fıkhını bilmeden yapılan ibâdette ve derin düşünce olmadan yapılan Kur’an okuyuşunda hayır yoktur.” İbn Abbas (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bakara ve Al-i İmran sürelerini yavaş yavaş düşünüp anlayarak okumak, bana, Kur’an’n bütününü alelacele okumaktan daha sevimlidir.” Düşünerek ve anlayarak yapılan en fazîletli Kur’an okuyuşu namazdaki okuyuştur. Denilir ki; namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha fazîletlidir. Çünkü bu durumda iki amel birden yapılmış olur. Biri namaz, diğeri tefekkür. Çünkü namazdaki tefekkür, okunan ayetlerdeki ilâhi müjde ve tehdidinin manas ını, emir ve yasaklarını hikmetini anlamak, kullarını azâbıyla korkutan ve onlara emirler veren Allâh (c. c.)’u yüceltmektir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e, “namazların hangisi daha faziletlidir?” diye soruldu. “Okuyuşu daha uzun olan.” buyurdular. (Ebû Davud) Rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.) besmeleyi okudu ve onu yirmi defa tekrar etti. (Ebu’-Şeyh İsfahânî) Çünkü her okuyuşunda kendisi için başka bir anlam ve anlayış hâsıl oluyordu. Her kelimeden ayrı bir ilme ulaşıyordu. (Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l Kulûb, c.1, s.221-224)…
Sevginin hakikâti, (kalbin) insana muvafık olan hususa meyletmesidir. Kalbin insana muvafakati ve meyletmesi, meylettiği şeyi anlamakla ondan lezzet almak suretiyle olur. Güzel resimleri, hoş olan sesleri, lezzetli yemekleri ve suları ve bunlara benzeyen bir salim yaratılışlı olanın kendisine muvafakat ettiği için ona meyleden şeyleri sevmek gibi. Veyahut bâtını güzel mânâları kalbinin ve aklının hissiyatıyla anlamasından, lezzet duymasından ileri gelir. (Peygamber ve velilerden) sâlihleri, ulemâyı, şehidleri, seçkin kullardan bilinenleri, onlardan kalan güzel hareket ve işleri sevmek gibi.Çünkü insanın (kâmilin) tabiatı bunlar gibilerine kalbinin derinliğine istercesine meyleder. Hatta (bu derinliğe işleyiş) bir kavmi tâbi olduklarına öylesine taassubla bağlılığa götürür ki, (bu bağlılık) memleketlerini terk edip hicret etmeye (kadın ve zürriyetin) mahremiyet perdesini yırtmaya, insanları öldürmeye kadar götürür. Veyahut onu sevmesi kendisine yapılan ihsan ve in’âm yönünden kalbinin ona mutabakat etmesinden olur. Resûlullâh (s.a.v.) şer’an olsun, âdet ve yaradılış bakımından olsun, gerçekten sevilmeye müstahaktır. Çünkü O (s.a.v.)’in in’âm ve ihsanı insanların bütün ferdlerine şâmildir. Muamelesi ise, her zaman güzel ve umumidir. Süfyan-ı Sevri (r.h.) der ki: “Resûlullâh (s.a.v.)’i sevmek onun sünnetine tâbi olmakla olur.” Bu sözü ile Süfyan (r.âleyh), Allâhü Teâlâ’nın: “(Habibim) şöyle de: “Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allâh da sizleri sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın.Zira Allâh çok bağışlayıcı,çok merhamet edicidir.” (Al-i İmran s. 31) sözüne işaret etmektedir. (Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.412-414)…
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bizlere vermiş olduğu emir ve vasiyetlerinden biri, yatsı namazından sonra vitri kılmadan 4 rekât namaz kılmamız hakkındadır. Vitir namazını ise bu dört rekât namazdan sonra kılarız. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur: “Vitir namazı haktır, vitir namazını kılmayanlar bizden değildir.” (İmâm Ahmed) “Gecenin sonuna doğru kalkamayacağından korkan kişi vitir namazını yatmadan evvel kılsın. Gecenin sonunda kalkacağını ümid eden de bu vitir namazını gece sonunda kılsın. Zira gece sonundaki namaz meşhuttur ve mahzurdur (yani edası vaktinde rahmet melekleri hazır bulunur). Bu da daha çok fazileti celbeder.” (Müslim) buyrulmuştur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bizlere vermiş olduğu emir ve vasiyetlerinden biri de, her gece yatmadan önce bedenî temizliğimizi yapıp, gece teheccüdüne kalkmaya niyet etmemizdir. Allâh (c.c.) sevgisini kazânmanın sırlarından biri de âdeti olsa da olmasa da kulun teheccüde kalkmasıdır. Şer’î zaruret, uyku yenilgisi olmayınca abdestsiz, kirli ve cenâbet olarak yatmayı hiçbir vakit kendimize âdet edinmeyelim. Bununla berâber uyumadan önce ve uyandıktan sonra okunması iktizâ eden duâları okuyalım. Zira Allâh (c.c.) bu gibi şeyleri sever. Bir yönden de Nebi (s.a.v.)’in bildirdiği gibi, bu duâlar okunduğu takdirde okuyan kişi uyurken dahi şeytanların şerrinden sabaha kadar kendini kurumuş olur. Uyku esnasında ruh temiz olarak cesetten ayrılırsa, kişi uyanıncaya kadar ruha Allâh (c.c.)’un huzur meclisinde secde etmesine izin verilir. Şayet kirli olarak, temizlenmeden uyur, yani abdestsiz uyursa, ruh cesetten ayrılarak ilâhî çevrede Hâkk’ın huzurundan uzakta kalır.Bunlar, uykuya abdestli varmanın sırlarından bazılarıdır. Bunun içindir ki, Allâh ehli ulu kişiler, abdestli yatmaya titizlikle riayet ederler. (İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.131-135)…
Nuh (a.s.), tufandan sonra, üç yüz elli yıl daha yaşamıştır. Nuh (a.s.), vefatı yaklaştığı sırada yerine büyük oğlu Sâm’ı vekil bıraktı. Yanına toplanan oğulları Sâm, Ham ve Yafes ile bunların oğullarına şöyle vasiyette bulundu: Yüce Allâh’a ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca oğlu Sâm’a: “Ey oğulcağızım” dedi, kalbinde zerre ağırlığınca şirk olduğu halde kabre girme! Çünkü Allâh (c.c.)’un huzuruna müşrik olarak gelen kimse için bir delil yoktur. Ey oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunduğu halde kabre girme! Çünkü Kibriyâ, Yüce Allâh’ın Ridâ’sıdır. Ridâ’sı hakkında çekişen kimseye Allâh (c.c.) gazap eder. Ey oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca rahmetten ümit kesmiş olarak kabre girme! Çünkü dalâlete düşmüş kimseden başkası Allâh’ın rahmetinden ümidini kesmez. Sana iki şeyi emrediyor, seni iki şeyden de nehyediyorum: “Lâilâhe illallâh” kelime-i tevhidini emrediyorum. Çünkü yedi kat gökler ve yedi kat yerler, bir terazi kefesine konsa ve Lâilâhe illallâh kelimesi diğer bir kefeye konulsa bu kelime onlardan ağır gelir. Eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler bir çember olsa “Lâilâhe illallâh” kelimesi ve “Sübhanallâhi ve bihamdihi” kelimeleri onları kırar. Çünkü bunlar her şeyin duâsıdır ve halk bunlarla rızıklanır. Rivayete göre Nuh (a.s.)’a vefâtı yaklaştığı zaman “Ey Ebu’l beşer ve ey uzun ömürlü! Dünyayı nasıl buldun” diye sorulmuştu. Nuh (a.s.): “Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım.” demiştir. Nuh (a.s.) kamıştan bir kulübe edinmişti. “Keşke bundan daha sağlam bir ev yapsaydın” denilince: “Ölecek bir kimse için bu bile çok” demiştir. (M.Asım Köksâl, Peygamberler Tarihi, s.105-106)…
Allâh (c.c.) dünyayı yarattıktan sonra yeryüzünde insana hizmet etmesi için ona hayatın sürekliliğini bahşetmiş; insanın hayatın anlamını kavramasını sağlamıştır. Dünya hayatı, dünyaya gelmeden önce melekut (zerreler) aleminde olan insanın Allâh (c.c.)’a karşı sevgisinin imtihanıdır. Allâh (c.c.)’un yeryüzünde yarattığı her şey ona boyun eğmektedir, isyân edemezler ve daima Allâh (c.c.)’u tesbih etmekle meşguldürler. Allâh (c.c.) yarattıktan sonra sadece insanlara ve cinlere irade hürriyeti vermiştir. Bu konuda Cenâb-ı Hâkk şöyle buyurmaktadır: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o; çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab s. 72) Demek ki dünya hayatı bütün bu nimetleri kendisine bahşeden Râbbine karşı insanın sevgisinin imtihanından başka bir şey değildir. Allâh (c.c.) yeryüzünde her şeyi insana musahhar kıldıktan sonra onun yeryüzünde rahat bir şekilde yaşayabilmesi için bir program hazırlamış, emirler ve yasaklar koymuştur. Allâh (c.c.) şunu yapın bunu yapmayın şeklinde helaller ve haramlar şeklinde sınırlamalar getirmiştir. Bunu insanoğlunun bedbahtlardan olmaması için yapmıştır. Dünya hayatı sona erdikten sonraki aşamada, insanın kıyamet günü tekrar diriltileceği güne kadar bulunacağı yer olan berzâh alemi gelmektedir. Berzâh aleminin kendine özgü kanunları vardır ki biz bunun hakkında fazla bir bilgi sahibi değiliz. Ancak şunu biliyoruz ki insan berzâh alemindeyken gayb alemini müşâhede edecektir. İnsanın beşeri özelliği kaybolup seçme hürriyeti yok olunca boyun eğecek, gözündeki perdeler kalkacak ve gayb alemini görmeye başlayacaktır. Allâh (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “And olsun ki sen bundan önce gaflette idin. Biz senin perdeni kaldırdık, bugün artık gözün keskindir, denir.” (Kaf s. 22) (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran’da Kıyâmet Sahneleri, s.11-12)…
Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayetle: Allâhü Teâlâ Hazretleri için mahsus bir takım melâike-i kiram vardır ki vazifeleri ehl-i zikri aramak için sokaklarda dolaşmaktır. Zikir yapan cemâati bulduklarında yekdiğerine nida ederek “Geliniz, aradığınız buradadır” diye toplanırlar. Tâ semâya kadar o mevkîyi kanatlarıyla çevirirler. Allâhü Teâlâ Hazretleri ehl-i zikrin ibâdetlerini meleklerden ziyâde bildiği halde meleklere hitaben : ”Ey melâike! Benim kullarım ne diyorlar?” diye sual buyurur. Meiâike de : “Ya Râbbena! O kulların seni teşbih, tekbir, tahmid ve temcîd ediyorlar.” derler. Allâhü Teâlâ Hazretleri melâikeye hitaben: “O kullarım acaba beni gördüler mi ki?” buyurur. “Hayır Ya Râbb, vallâhi onlar seni görmediler” derler. Allâhü Teâlâ Hazretleri “Onlar beni görmüş olsalar nasıl olurlar?” buyurur. “Ya Râbb, onlar eğer görmüş olsalar daha şiddetle ibadet ederler.” Tekrar Allâhü Teâlâ Hazretleri: “Benden ne istiyorlar?” diye sorar. Melekler de: “Cennet istiyorlar.” derler. “Cenneti gördüler mi?” buyurur. “Ya Râbb! Vallâhi onlar cenneti görmemişlerdir.” “Eğer görmüş olsalar nasıl ederler?” buyurur. Melâike de: “Eğer cenneti görmüş olsalar cennetin talebinde ve ibâdetde daha hırslı olurlar. “Benim kullarım neden istiâze ediyorlar?” buyurur. “Cehennemden” derler. “Görmüşler mi?” buyurur. “Hayır ya Râbb! Onlar asla cehennemi görmemişlerdir.” “Benim kullarım cehennemi görmüş olsalar ne yaparlar?” buyurur. Melekler de: “Daha şiddetle havf ederler” derler.” Allâhü Teâlâ Hazretleri buyurur ki: “Ey melâikem siz şâhid olunuz ki ben o zikir meclisinde bulunanların günâhlarını afv ve mağfiret eyledim,” Melâikeden birisi: “Ya Râbb, o meclisde filânca bir kimse vardır ki başka bir haceti için gelmiş’” der. Allâhü Teâlâ Hazretleri de buyurur ki: “O meclisle hem-meclis olan şakî (bedbaht) olmaz.” (Zübdetü’l-Buhari) (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Muhasebe-2, s.17)…
Güzel ahlâk ve üstün terbiyeyi dinimiz övmüş ve sahibine ebedi saadeti va’d etmiştir. Hatta bu güzel ahlâkın peygamberliği tamamlayan vasıflardan bir tanesi olduğunu da beyan etmiştir. Hüsn-ü hulk, kişinin yeteneklerinde ve teçhiz edildiği vasıflarda mutedil davranması, daima orta yolu seçmesi, ifrata ve tefrite kaçmamasıdır. Âlimlerden muhakkiklerin anlattıklarına göre, Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkı kesbî değil, Allâh (c.c.) vergisidir. Allâh (c.c.) onu o şekilde yaratmıştır. Binaenâleyh ondaki o güzel vasıflar aslî ve cibillîdir (yaradılıştan). Riyazetle (çalışarak) kazanılmış değildir. Kendisine Allâh (c.c.) tarafından cömertçe ihsan edilen râbbani bir hususiyettir. Diğer peygamberlerinki de böyledir. Onların o güzel evsaf ve âdabı yaratılıştandır, köktendir ve Allâh (c.c.) tarafından lutfedilmiştir. Fıtraten, kendilerine ilim ve hizmet verilmiştir. Çocukluklarından peygamber olarak gönderilinceye kadar geçen zamandaki yaşayışlarını derinden derine inceleyen kişi bunu hemen idrak eder. İşte bütün bu güzel ahlâka her yönüyle en güzel bir şekilde son derece mükemmel ve mutedil bir tarzda Peygamber (s.a.v.) sahip olmuşlardır. Hâkk Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen elbette büyük bir ahlâk üzerindesin” (Kalem s. 4) Âişe (r.anhâ) dedi ki: “Onun ahlâkı Kur’ân’dı. Kur’ân’ın hoş gördüğünü kâbul edip razı olurdu, hoş görmediğini kendisi de hoş görmez ve kaçınırdı.” Enes (r.a.) dedi ki: “Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) ahlâk yönünden insanların en üstünü idi.” Peygamber (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde buyurmuştur: “Ben en güzel ahlâk esaslarını tamamlamak için gönderildim.” (Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.96-98)…
Tâbiînden Taylese bin Meyyâs (r.a.) şöyle dedi: “Ben, bir zamanlar Hâricî Necedât fırkasına katılmış, büyük günâhlardan olduğunu sandığım bazı günâhlar işlemiştim. Bu durumu Ashâb-ı kiram (r.a.e.)’den Abdullah ibni Ömer (r.a.)’e anlattım. O da bana: “O günâhlar neydi?” diye sordu. Ben de onları: “Şunu yaptım, bunu yaptım…” diye sayıp döktüm. İbni Ömer (r.a.) bana şunları söyledi: “Bu saydıkların büyük günâhlardan değildir. Büyük günâhlar şu dokuz şeydir: 1. Allâh (c.c.)’dan başkasını ilâh kâbul etmek, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. Savaştan kaçmak, 4. İffetli bir kadına iftirâ etmek, 5. Fâiz almak, 6. Yetim malı yemek, 7. Mescid-i Harâm’da günâh işlemek, 8. Bir kimseyle alay etmek, 9. Ana babayı ağlatmak.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) bunları söyledikten sonra bana: “Sen cehennemden korkuyor, cennete girmeyi istiyor musun?” diye sordu. Ben de: “Vallâhi, evet” dedim. Bana: “Annen ve baban hayatta mı?” diye sordu. “Yanımda yalnız annem var.” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbni Ömer (r.a.) bana şunu söyledi: “Annene tatlı sözler söyleyerek onun gönlünü alır ve geçimini üstlenirsen, Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki, büyük günâhlardan sakındığın takdirde, mutlaka cennete girersin.” Yine Tâbiîn âlimlerinden Urve bin Zübeyr (r.a.), “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara “öf” bile deme, onları azarlama, kendilerine tatlı ve gönül alıcı sözler söyle! Onlara merhamet gösterip alçak gönüllü davran ve kendileri için şöyle duâ et: “Râbbim! Onlar beni küçükken nasıl şefkât ve sevgiyle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet eyle!” (İsrâ s. 24) ayet-i kerîmesini şöyle açıkladı: “Anne ve babanın hoşlanıp istediği şeyleri, onlardan esirgeme!” (İmâm Buhârî, Edebü’l-Müfred, c.1, s.26-27)…
Tâbiînden Taylese bin Meyyâs (r.a.) şöyle dedi: “Ben, bir zamanlar Hâricî Necedât fırkasına katılmış, büyük günâhlardan olduğunu sandığım bazı günâhlar işlemiştim. Bu durumu Ashâb-ı kiram (r.a.e.)’den Abdullah ibni Ömer (r.a.)’e anlattım. O da bana: “O günâhlar neydi?” diye sordu. Ben de onları: “Şunu yaptım, bunu yaptım…” diye sayıp döktüm. İbni Ömer (r.a.) bana şunları söyledi: “Bu saydıkların büyük günâhlardan değildir. Büyük günâhlar şu dokuz şeydir: 1. Allâh (c.c.)’dan başkasını ilâh kâbul etmek, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. Savaştan kaçmak, 4. İffetli bir kadına iftirâ etmek, 5. Fâiz almak, 6. Yetim malı yemek, 7. Mescid-i Harâm’da günâh işlemek, 8. Bir kimseyle alay etmek, 9. Ana babayı ağlatmak.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) bunları söyledikten sonra bana: “Sen cehennemden korkuyor, cennete girmeyi istiyor musun?” diye sordu. Ben de: “Vallâhi, evet” dedim. Bana: “Annen ve baban hayatta mı?” diye sordu. “Yanımda yalnız annem var.” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbni Ömer (r.a.) bana şunu söyledi: “Annene tatlı sözler söyleyerek onun gönlünü alır ve geçimini üstlenirsen, Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki, büyük günâhlardan sakındığın takdirde, mutlaka cennete girersin.” Yine Tâbiîn âlimlerinden Urve bin Zübeyr (r.a.), “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara “öf” bile deme, onları azarlama, kendilerine tatlı ve gönül alıcı sözler söyle! Onlara merhamet gösterip alçak gönüllü davran ve kendileri için şöyle duâ et: “Râbbim! Onlar beni küçükken nasıl şefkât ve sevgiyle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet eyle!” (İsrâ s. 24) ayet-i kerîmesini şöyle açıkladı: “Anne ve babanın hoşlanıp istediği şeyleri, onlardan esirgeme!” (İmâm Buhârî, Edebü’l-Müfred, c.1, s.26-27)…
Bil ki, yalan söylemek, günâhların en çirkini, ayıpların en iğrenci ve bütün mâsiyetlerin başıdır. Yalan söylemek kalbe üzüntü verir. Yalan söylemek ahlâkların en buğzedilenidir. Yalan söylemek, imânla çelişir. Yani imân bir tarafta, yalan bir taraftadır. İmân ile yalan birbirlerine karşı karşıyadır. Bu ikisinin, imân ile yalanın arasındaki tam uzaklıktan kinayedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şu üç maksat dışında yalan söylemenin helâl kâbul edilmediğini bildirmiştir: “Aralarında geçimsizlik bulunan karı kocayı barıştırmak, savaş sırasında düşmanı şaşırtmak, insanlar arasındaki husumeti önlemek. (Müslim) Yalan söylemenin caiz olduğu bu üç yer ve mürâdiflerinde istisna açıktır. Bu hadîsin manasında, yalan, kendisi veya başkası için doğru bir maksada bağlatarak söylenilmiş olmasıdır. Farsça olarak, ıslâh eden, ara düzelten ve faydası olan bir yalan, fitne çıkaran doğrudan daha iyidir” denildiği gibi. Lâkin bütün bunlar başkasının hakkında olduğu zamandır. Amma kişi kendi nefsi ve çıkarı söz konusu olduğu zaman, doğru söylemesi evlâdır. Doğru söylemede zarar doğsa bile doğru söylemelidir. Sadi (r.âleyh)’in buyurduğu gibi, “kendisinden iyilik doğan bir yalan, bazen doğrulara denktir. Çünkü nice doğrular var ki, fitne ve fesâdın kapısıdır.” Bil ki, hak manâda yalandan murad ubudiyet ve Rubûbiyet haklarına karşı kıyâmdır, Râbbül’âlemin’in haklarını çiğnemektir. Münafıklarda olduğu gibi ve münafıkların peşine takılanlar gibi. Mutlak olarak, yalan erbâbına uymak asla sahih ve caiz değildir. Çünkü onlar kişiyi helâka, melikler melik’i olan Allâh (c. c.)’dan ayrılmaya çekip götürür. (İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, c.1, s.228-230)…
Hiç şüphesiz kişinin kaza namazlarıyla meşgul olması, nafile namazlarla meşgul olmasından evladır. Ancak farz namazların evvelinde ve sonunda kılınan sünnetler velev ki sünnet-i gayr-i müekked olsun bundan istisna edilmiştir. Yani kişinin bu sünnetleri terk edip yerine kaza namazı kılması evla değildir. Hatta kuşluk ve tesbîh namazları gibi hakkında eserler varit olan nafile namazlar da bu kabildendir. Zira bu emsal namazlar farz namazları ikmal eder. Ve bunlar belli bir vakitle mukayyet olduklarından dolayı vaktinin kaçırılması durumunda telafisi mümkün değildir. Kaza namazlarının ise muayyen vakitleri olmadığından kerahet vakitlerinin dışında her zaman kılınmaları mümkündür. Her iki namazın bir niyetle kılınması da caiz değildir. Kaza namazını kazaya niyetle, nafile namazı da nafileye niyetle kılınmalıdır. Namazları kazaya bırakmak bir günâhtır. Bu günâhtan mümkün mertebe kurtulmak için sünnetleri feda etmek münasip olamaz. Böyle bir günâhı işleyen kimsenin fazla ibadette bulunarak affı İlâhîye sığınıp, hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şefaatine nail olmaya vesile olacak bir kısım mübarek sünnetleri, nafileleri terk etmesi nasıl muvafık olabilir? Hem bir kısım vakit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit namazlarını tamamlayıcı olan sünnetlerden tecrit etmek, iki kat kusur olmaz mı? Bunun hilafına olan bazı nakiller muteber değildir, fetva verilen kavle muhaliftir. Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya müsait vakit bulamadıklarını iddia edenler bulunursa, bunlar insaflı bir iddiada bulunmuş sayılamazlar. Beyhude yere en kıymetli vakitlerini zayi eden insanlar, böyle bir iddiaya ne yüzle cüret edebilirler? (Sualli Cevaplı İslam Fıkhı, c.3, s.49-50)…
Yemen hükümdarı Ebrehe, Yemen’in baş şehri olan San’a’da büyük bir kilise yaptı. Maksadı Arapları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek ve yüzlerini San’a’ya çevirmek idi. Araplar ise San’a’da yapılan bu kiliseyi kâbul etmediler. Ebrehe ise bu duruma çok öfkelendi ve Kâbe’yi yıkmak üzere büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru hareket etti. Tâif’e gelince daima askeri önünde yürüttüğü fili, ordusunun önüne kattı ve hemen Mekke-i Mükerrem’e üzerine yürüttü. Ordu şehre girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi. Başını başka tarafa çevirdikçe hemen koşarak gider ve Mekke’ye doğru çevirdikçe gitmeyip yere yatardı. Onlar bununla uğraşırken Cenâb-ı Hâkk tarafından birçok Ebâbil kuşları geldi. Herbiri ağzında ve ayaklarında birer ufak taşı Ebrehe’nin askerlerinin üzerlerine salıverirlerdi. Hangisine isâbet etse yaralanır ve ölürdü. Birçoğu bu şekilde mahvoldu. Ebrehe San’a’ya varâbilmiş ise de fana hâlde hasta olduğundan çok geçmeyip ölmüştür. Mekke-i Mükerreme ahâlîsi, Ebrehe ordusundan kalan mal ve eşyayı aldılar. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hürmetine Kureyş kabilesi hem öyle büyük bir düşman şerrinden kurtuldu, hem de böyle zahmetsizce bir hayli mâl ve ganimete kavuştu. Bu seneye Araplar, Fil senesi diye ad koydular ki o sene Îsâ (a.s.)’ın doğumunun beş yüz altmış dokuzuncu senesi idi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de o yıl doğdu. (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Peygamberler, s.16)…
Bayram günlerinde erken kalkmak, yıkanmak, misvâklan-mak, gül yağı gibi temiz, güzel kokulu şeyler sürünmek, giyinmesi mubah elbiselerin, herkes hâlince en güzelini giyinmek, Hakk ta’âlânın ni’metlerine şükür için ferah ve sürür göstermek, rast gelecek dîn kardeşlerine karşı, güler yüzlü bulunmak, mümkün mertebe fazla sadaka vermek, bayram gecelerini ibâdetle ihya etmek müstehap, müstahsen bulunmuştur. Bayram günü câmi’-i şerîfe sükûn ve temkîn ile gidilir, namaza giderken Ramazân bayramında gizlice, Kurbân bayramında da açıkça tekbîr alınması, namazdan sonra da mümkün ise başka bir yoldan ikametgâha dönülmesi mendûptur. Bayram günlerinde Müslümânların birbirini tebrik ve tehniye etmesi, birbiriyle Musâfâha yapması, birbirine: gafera’llâhu lenâ ve leküm ya’nî: Allâh ta’âlâ bizi de sizi de mağfiretine nail buyursun, veya tekabbela’llâhu ta’âlâ minnâ ve minküm ya’nî Allâh ta’âlâ bizden ve sizden kabul buyursun gibi bir veçhile duâda bulunması da mendûbtur. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s.168-170) YEMEK DUÂSI Elhamdü li’llâhi’llezî et’amenâ ve sekânâ ve ce’alenâ mine’l müslimîne. Allâhümma’ğfir ve’rhâm va’hfez sâhibe’t-ta’âmi ve’l-âkilîn. Ve men se’â fîhî ve li cemî’i’l-mü’minîne ve’l-mü’minât, ve’l-müslimîne ve’l-müslimât el ahyâi minhüm ve’l-emvât bi rahmetike yâ Erhame’r- Rahimîn. Allâhümme nevvîr kulûbenâ bi envâri muhabbetike ve zikrike ve şükrike yâ ze’l-Celâli ve’l-İkrâmi. Allâhümme ahyina hayaten tayyibeten bi’s-sıhhati ve’s-selâmeti ve’l-afve ve’l-âfiyeti fi’ddini ve’d-dünya ve’l-âhireti. İnneke â’lâ külli şey’in kâdîr. Allâhümme innâ nes’elüke tamâmen ni’meti ve devâme’l afiyeti ve’r-zükna hüsne’l-hatimeti. Allâhümme zid ve lâ tenkus bi hurmeti’n-Nebîyyî sallâ’llâhü aleyhi ve selleme. Ve bi hürmeti sirri Sûreti’l-FÂTİHA… (Misvak Neşriyât, İbadet Takvimi ve Duâlar, s.127)…
Arefe Gecesi Kurbân Bayrâmı’nın birinci günü ile Arefe Günü arasındaki gecedir. Zilhicce Ayı’nın dokuzuncu gününü onuncu gününe bağlayan gecedir. Hz. İbrâhîm (a.s.) bir gece rüyâ gördü. Bu rüyânın evhâm mı yoksa ilhâm mı olduğunda şübhede kaldı. Zihni hep bu rüyânın tesirinde olarak gününü geçirdi. Nihâyet ikinci gece de tekrâr aynı rüyâyı görünce bunun Rahmânî bir rüyâ olduğu, Allâh (c.c.)’den gösterildiğini anladı. İşte bu anlama işini, tanıma yani bilme manâsında Kurbân Bayrâmı’nın evvelîne “Arefe” diyoruz ki Hz. İbrâhîm (a.s.)’ın rüyâdaki emri anlaması demektir. Bugünün en büyük özelliği Arafat’ta hacıların vakfe yaptıkları gün oluşudur. Bugün yapılan duâların makbûl olduğu hakkında Hadîs-i Şerîfler vardır. Hacca gitmeyenlerin bugünü oruçlu geçirmeleri müstehâbtır. Hacılara, zayıf düşüp asıl görevlerini aksatmalarına sebeb olacağından, oruç tutmaları mekrûh kabûl edilmiştir. TEŞRÎK TEKBÎRLERİ Arefe Günü, Sabah Namâzı’nın farzından sonra başlayıp Kurbân Bayrâmı’nın dördüncü günü İkindi Namâzı’na kadar, bu İkindi Namâzı’da dahil 23 vakit farzların peşinden teşrik tekbîrlerini almak bütün Müslümânlara vâcibtir. Kılınan her farz namâzın peşinde, konuşmadan: “Allâhü ekber Allâhü ekber lâ ilâhe illa’llâhü va’llâhü ekber, Allâhü ekber ve li’llâhi’l-hâmd” demek yeterlidir. Arefe gecesi yapılacak en güzel ibâdet zikirdir. Yüz kere İhlâs-ı Şerîf okunur. Yüz kere de: “Lâ ilâhe illa’llâhü vahdehü lâ şerîke leh. Lehü’l mülkü ve le-hü’l hamdü ve hüve ‘alâ külli şey’in kadîr” denir. Yüz kere de: “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve enzil-hü’l mak’ade’l mukarrebe ‘ındeke yevme’l kıyâmeh” denir. Ebû Katâde (r.a.) der ki: Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’den Arefe gününde tutulan orucun fazîletinden soruldu. Buyurdular ki: “Geçmiş bir senenin ve gelecek senenin günâhlarına keffaret olur.” (Râgıb Güzel, Üç Aylar, s.110-113)…
Arefe Günü Namazı: Ebû Hureyre (r.a.)’dan Resûlullâh (s.a.v.): “Bir kimse Arefe günü öğle ile ikindi arasında dört rekât namaz kılsa, her rekâtinde bir kere Fâtihâ ve elli kere İhlâs sûrelerini okusa, Allâhü Teâlâ ona bin kere bin sevâb yazar. Kur’ân-ı Kerîm’den okuduğu her harf için cennette ona bir yüksek derece verilir. Her derece arası beş yüz yıllık yoldur. Ve her harf için ona yetmiş hûrî verilir. Her birisi için yakuttan yetmiş bin sofra, her sofrada yeşil kuş etinden yiyecekler vardır. (…) O kimse kabrine konulunca, Kur’ân-ı Kerîm’in her harfi ona öyle bir nur ile ışık saçar ki, o kimse o anda Beyt-i Şerîf’in etrafında tavâf edenleri görür. O Yâ Rabbi, kıyâmet kopsun, kıyâmet gelsin diyerek bir an evvel kıyâmetin kopmasını ister” buyurmuştur. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunyetu’t-Tâlibîn, s.335) Arefe Günü Zikri: Nebî (s.a.v.) Arefe gününde en çok şu zikri yaparlardı: “Lâ ilahe illâllâhüvahdehu lâ şerike leh lehül mülkü ve lehülhamdü biyedihi’l hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” Terviye ve Arefe Günü Orucu: Enes bin Mâlik (r.a.)’in bildirdiği şu Hadîs-i Şerîf’i naklederler: “Bu günlerin herbiri, fazîlette bin güne, Arefe günü ise on bin güne eşittir” buyuruldu. (Beyhaki) Bir başka Hadîs-i Şerîf’te de: “Zilhicce’nin ilk on gününün her günündeki oruç, sevâb bakımından, helâl malından âzâd edilmiş yüz kölenin sevâbına yâhud Allâh (c.c.) yolundaki mücâhidlere yüz at verme sevâbına, yâhud Kâ’be’ye kurban için gönderilen yüz devenin sevâbına eşittir. Terviye günü olunca, ya’nî Zilhicce’nin sekizinci günü ise, bin köle âzâd etmek, bin at vermek ve Kâbeye bin deve kurban için göndermek sevâbına eşittir. Arife günündeki oruç ise, iki bin köle âzâd etmek, iki bin at vermek ve Kâbe’ye kurban için iki bin deve göndermek sevâbına eşittir” buyuruldu. Bir başka Hadîs-i Şerîf’te: “Arefe günü oruç tutanın sevâbı, altmış sene ara vermeden oruç tutmanın sevâbı gibidir” buyuruldu. (Muhammed Rebhâmi, Riyâd’ün-Nâsihîn, s.270-271)…
مرحبًا بك في مشغل أف ام!
يقوم برنامج مشغل أف أم بمسح الويب للحصول على بودكاست عالية الجودة لتستمتع بها الآن. إنه أفضل تطبيق بودكاست ويعمل على أجهزة اندرويد والأيفون والويب. قم بالتسجيل لمزامنة الاشتراكات عبر الأجهزة.